35,3381$% 0
36,5131€% -0.02
43,6186£% 0.17
3.032,32%0,20
2.669,35%0,00
10.000,72%1,11
Alice Rohrwacher’ın yönetmenliğini üstlendiği La Chimera, izleyicilerine derin ve duygusal bir yolculuk vaat ediyor. Film, Arthur adlı İngiliz mezar soyguncusunun karmaşık hayatına odaklanıyor. Josh O’Connor’ın olağanüstü performansı ile hayat bulan Arthur, geçmişteki suç dünyasına geri dönerek, kaybettiği sevgilisiyle olan ilişkisi üzerinden derin bir yalnızlık ve özlem içinde sürükleniyor. Ancak, bu suçlar onun için bir kaçış yolu olmaktan çok, kaybolan bir şeyin arayışı haline geliyor. Rohrwacher, masallar, tarih ve İtalyan sinemasının zengin unsurlarını harmanlayarak kendine özgü bir yapım ortaya koyuyor. La Chimera’da mizah, hüzün ve arayış, izleyiciyi sarhoş eden bir şekilde iç içe geçiyor.
Ramell Ross’ın yönettiği Nickel Boys, Colson Whitehead’ın 2019 Pulitzer Ödüllü romanından uyarlanmış etkileyici bir yapım. Film, Elwood adlı zeki bir siyah çocuğun, Jim Crow dönemi Amerika’sında Nickel Academy’ye gönderilmesiyle başlayan trajik hikayesini anlatıyor. Elwood, burada büyük bir adaletsizlik ve ayrımcılıkla yüzleşirken, izleyiciye güçlü bir sinematik deneyim sunuluyor. Ross, subjektif bir anlatım biçimi kullanarak, Elwood’un bakış açısını izleyiciye derin bir şekilde yansıtmayı başarıyor. Nickel Boys, hem görsellik hem de duygusal yoğunluk açısından sinemaseverlere unutulmaz anlar yaşatıyor.
Catherine Breillat’ın yönettiği Last Summer, son yıllarda karşımıza çıkan May-December ilişkilerini ele alan en çarpıcı yapımlardan biri olarak öne çıkıyor. 17 yaşındaki bir çocuk ile güçlü bir avukat arasındaki yasak aşk, derin bir cinsel çekimle ve tabu kırıcı bir biçimde işleniyor. Ancak, filmdeki perversiteye rağmen, Breillat izleyiciye gerçeği, güveni ve yanlış ile doğrunun arasındaki sınırları sorgulatıyor. Last Summer, izleyiciye, doğru ve yanlış arasındaki bulanık çizgilerde gezinmenin verdiği huzursuzlukla etki bırakıyor.
Jane Schoenbrun’ın I Saw the TV Glow adlı filmi, kişisel baskılardan doğan kabus gibi bir büyüme hikayesini anlatıyor. Shy, televizyon meraklısı genç Owen’in hikayesinin işlendiği bu film, içsel baskıların ve toplumun gençleri nasıl şekillendirdiğinin etkilerini derinlemesine ele alıyor. Schoenbrun, sinemanın gücünden faydalanarak, gençlerin bastırılmış duygularının ne gibi korkutucu sonuçlar doğurduğunu gözler önüne seriyor. Film, güvenli bir yaşam tarzının aslında ne kadar tehlikeli olabileceğine dair güçlü bir mesaj veriyor.
Brady Corbett’in yönettiği The Brutalist, 30 yıl boyunca Macar kökenli bir mimarın yaşamını inceliyor. Adrien Brody’nin canlandırdığı László Tóth, başarılı bir mimar olarak, Pennsylvania endüstriyel patronu Harrison Lee Van Buren tarafından büyük bir topluluk merkezi inşa etmesi için görevlendiriliyor. Film, patronaj ve sanat arasındaki ilişkinin yanı sıra, toplum ve birey arasındaki gerilimleri derinlemesine inceliyor. Corbett, filmi sürükleyici bir tempo ve güçlü görsel anlatımlarla izleyiciye sunuyor.
Anh Hung Tran’ın The Taste of Things adlı filmi, yemek pişirmenin ve yemenin, insan ilişkilerindeki en derin anlamları keşfetmenin bir yolu olduğunu vurguluyor. Juliette Binoche’un harika performansıyla hayat bulan Eugénie, yediği yemeklerde hayatın geçiciliğini ve aşkı sorguluyor. Bu film, sadece gastronomi değil, aynı zamanda romantizm ve zamanın ne kadar hızlı geçtiği üzerine bir meditasyon sunuyor. The Taste of Things, izleyiciye yemekle ilgili derin düşünceler ve hoş bir romantizm sunuyor.
Luca Guadagnino’nun Challengers adlı filmi, eğlenceli ve bir o kadar da absürt bir tenis drama-komedisidir. Zendaya, Josh O’Connor ve Mike Faist’in başrollerini paylaştığı film, tenisle ilgili ciddi bir yaklaşımın ne kadar komik hale gelebileceğini gösteriyor. İronik bir şekilde, film karakterlerinin tenis üzerindeki katı tutumları, absürt bir hale geliyor. Guadagnino’nun kamerası, filmin bu ironik havasını güçlendirecek şekilde hareket ediyor.
2024’ün en dikkat çeken filmlerinden biri, Belçikalı yönetmen Bas Devos’un Here adlı filmi. Stefan adlı Romanyalı bir inşaat işçisinin Brüksel’deki son günlerinde geçirdiği zaman üzerine kurulu olan bu yapım, derin bir duygusal bağın nasıl kurulduğunu anlatıyor. Stefan’ın, Shuxiu adında bir botanikçiyle olan ilişkisi üzerinden, değişim ve bağ kurma süreci izleyiciye sunuluyor. Film, bir anlamda insan ilişkilerinin ve sabırlı değişim süreçlerinin güzel bir portresini çiziyor.
Janet Planet, ünlü oyun yazarı Annie Baker’ın yönetmenlikteki ilk denemesi olarak karşımıza çıkıyor. 1991 yılında, Batı Massachusetts’te geçen film, tek başına bir anne olan Janet ve kızı Lacy’nin karmaşık bağını keşfederken, birbirlerine duydukları karmaşık sevgiyi gözler önüne seriyor. Film, dönemin atmosferini ve kişisel bağı o kadar doğal bir şekilde yansıtıyor ki, izleyiciler adeta oradaymış gibi hissediyor.
Ryusuke Hamaguchi’nin Evil Does Not Exist filmi, Japonya’nın kırsal bir köyünde geçen bir hikaye ile doğa ile uyum içinde yaşayan insanların, glamping yapan bir şirket tarafından nasıl tehdit altına girdiğini konu alıyor. Film, küçük bir kasabada yaşanan bu değişimin ardından, toplumsal çelişkiler ve bireysel çatışmaları derinlemesine işliyor. Film, köy halkının şirket temsilcileri ile yaptığı kamu toplantısındaki yoğun duygusal sahneleri ile dikkat çekiyor.
Robert Eggers, 1922 yapımı Nosferatu filmine modern bir yorum getiriyor. Film, Bill Skarsgård’ın canlandırdığı unutulmaz bir vampir ile 19. yüzyılın karanlık atmosferini son derece etkileyici bir şekilde izleyiciye sunuyor. Eggers, karanlık ve rahatsız edici atmosferin yanı sıra, filmdeki erotizm ve gerilimle de dikkat çekiyor. Bu yapım, onun şimdiye kadar yaptığı en iyi film olarak kabul ediliyor.
Sean Baker’ın Anora filmi, New York’ta çalışan bir striptizci olan Ani’nin, kendisini zengin bir Rus oligarkının oğluyla ilişki içinde bulmasını konu alıyor. Film, paranın ve seksin, gerçek aşk ve mutluluğu nasıl yanlış bir şekilde tanımlayabileceğini gözler önüne seriyor. Baker’ın alt kültürlere dair derin gözlemleri, filme farklı bir tat katıyor.
Payal Kapadia’nın All We Imagine as Light filmi, Mumbai’de yaşayan iki hemşirenin gündelik yaşamları ve ilişkilerindeki değişimleri keşfeden zarif bir dram. Film, sıradan bir yaşamın içindeki olağanüstülüğü ve kişisel politikayı yumuşak bir şekilde bağdaştırarak izleyiciye sunuyor. Filmdeki duygusal yoğunluk ve doğal anlatım, izleyiciyi derinden etkiliyor.
No Other Land, 2019 ile 2023 yılları arasında işgal altındaki Batı Şeria’da, özellikle Masafer Yatta köyünde yaşayan Filistinlilerin mücadelesine odaklanıyor. Film, Filistin halkının İsrail askeri baskılarına karşı verdiği direnişi, zorlayıcı bir şekilde anlatıyor. Filmin yaratıcıları, bu zorlu süreçte yaşadıkları zorlukları ve direnişin ne kadar yavaş olduğunu belgeliyor.
Bertrand Bonello’nun son yapımı olan The Beast, Henry James’in 1903 tarihli romanı “The Beast in the Jungle”dan esinleniyor. Ancak Bonello, bu eseri sadece tematik bir köprü olarak kullanarak daha geniş bir anlatı evreni oluşturmuş. 1910, 2014 ve 2044 yıllarında geçen üç farklı hikaye, izleyiciyi farklı zaman dilimlerinde yalnızlık, korku ve kendine zarar verme temaları etrafında derinlemesine düşündürüyor. Film, James’in dönemine özgü Paris kostüm dramalarını andıran ilk bölümden sonra, modern toplumsal sorunları, özellikle de yapay zeka ve “incel” kültürünü işleyerek izleyiciyi sarsıyor. Farklı türler ve melodramatik bir mizah anlayışıyla dolu olan bu yapım, Bonello’nun cesur bir deney olarak dikkat çekiyor.
Sing Sing, Amerika’nın ünlü Sing Sing Cezaevi’nde geçen etkileyici bir dramadır. Greg Kwedar’ın yönettiği film, mahkumların, bir tiyatro programında yer alarak kendilerini yeniden keşfetmelerini konu alıyor. Yönetmen, klişelerden uzak durarak, karakterlerine derin bir empati ve saygı gösteriyor. Filmdeki başrol oyuncusu Colman Domingo’nun yanı sıra, cezaevindeki rehabilitasyon programına katılan gerçek mahkumlar da performans sergiliyor. Bu film, mahkumların insanlıklarını yeniden kazanmalarına yardımcı olan süreçleri ve cezalandırma sisteminin aileler üzerindeki etkilerini derinlemesine inceliyor.
Angela Patton ve Natalie Rae’in yönettiği Daughters, kadınların ve tutuklu babalarının ilişkilerini odağa alıyor. Richmond, Virginia’da bir programla babalarıyla birlikte dans eden kızlar, filmin duygusal derinliğini artıran önemli bir konu oluşturuyor. Program, tutukluluk ve ailevi ilişkiler arasındaki kopukluğu iyileştirmeyi amaçlıyor. Film, babaların ve ailelerinin yaşadığı karmaşık duygusal süreçleri ele alırken, toplumsal sistemin insanlar üzerindeki tahrip edici etkisini gözler önüne seriyor.
Radu Jude’nin Do Not Expect Too Much from the End of the World filmi, geç kapitalizm dönemini ve onun toplumsal yıkıcı etkilerini derinlemesine keşfe çıkıyor. Jude, gerçek insanları ve olayları filmine dahil ederek, kapitalizmin sonlarına yaklaşan dönemin etkilerini absürd bir şekilde sunuyor. Film, izleyiciyi sürekli bir tükenmişlik duygusu ve aşırı uyarım hissiyle sarar. Hem karanlık hem de komik olan bu film, çağdaş sinemanın en ilginç örneklerinden biri.
India Donaldson’ın yönetmenliğini yaptığı Good One, arkadaşlar arasındaki ilişkiler ve babalarla kızları arasındaki dinamikleri konu alıyor. Chris ve Matt’in birlikte çıktıkları bir seyahat, Chris’in 17 yaşındaki kızı Sam’in deneyimleri ile birleşerek filmdeki karakter gelişimlerini zenginleştiriyor. Donaldson, insan ilişkilerindeki incelikleri ve karakterlerin içsel çatışmalarını ustaca yansıtıyor. Film, küçük bir olayın bile büyük bir duygusal etki yaratabileceğini gösteriyor.
Between the Temples, Jason Schwartzman’ın canlandırdığı Ben Gottlieb’in trajik hikayesini takip ediyor. Karısı öldükten sonra Ben, eski müzik öğretmeni Carla Kessler ile yeniden bağlantı kurar ve arasındaki yaş farkına rağmen, ikili derin bir ilişki geliştirir. Film, yas ve kayıplarla başa çıkmaya çalışan bir adamın içsel yolculuğunu absürd bir şekilde işlerken izleyicisine hem güldürür hem de acıma duygusu yaratır. Sean Price Williams’in el kamerası kullanımı ve enerjik montajı, filmi daha da benzersiz kılıyor.
Zia Anger, My First Filmde, “Always All Ways, Anne Marie” adlı ilk uzun metraj filminin yapım sürecini samimi ve içten bir şekilde ele alıyor. Gerçekten de bu film, Anger’ın naifliğini, ego çatışmalarını ve bağımsız film setlerinde sıkça görülen dikkatsizlikleri gözler önüne seriyor. Ancak film, yalnızca hataları ve suçlulukları yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda yaratıcı bir sürecin insanı nasıl dönüştürdüğünü de vurguluyor. Özellikle kadın sanatçıların karşılaştığı engelleri ve sektörün onları nasıl şekillendirdiğini derinlemesine işliyor. Anger, My First Filmde, sanatsal bir doğuşu ve zor bir yolculuğun ardında yatan özgürlük arayışını anlatıyor.
Rap World, 2009 yılında geçen bir hikaye ile hip-hop dünyasının derinliklerine inmeyi başarıyor. Film, üç genç adamın rap yapma hayalleriyle dolu bir kasaba atmosferinde geçiyor. Karakterlerin, 2008 yılında vizyona giren ve kült statüsüne ulaşan “The Dark Knight” hakkında hayallere dalmaları, filmin atmosferini öne çıkarıyor. Bu, bir yandan gençlerin hayal dünyasına odaklanırken, diğer yandan sinemada nostaljik bir hava yaratıyor. Karakterlerin hayal ettikleri “star olma” yolunda attıkları adımlar, izleyiciyi hem güldürüyor hem de düşündürüyor. Rap World, aynı zamanda sınırsız bir öz güvene sahip olan kasaba çocuklarının içsel dünyalarını başarılı bir şekilde anlatıyor ve onları gerçek kahramanlar olarak tasvir ediyor. Bu film, sinemanın küçük kasabaların ve günlük yaşamın gücünü nasıl yücelttiğini gözler önüne seriyor.
Bugün Benin olarak bilinen ve evvelce Fransa’nın Dahomey Krallığı olan yerden 2021’de geri alınan 26 eserin geri dönüşü, Mati Diop’un Dahomey belgeselinin merkezinde yer alıyor. Diop, bu eserlerin geri getirilmesi sürecini belgelerken, aynı zamanda Benin halkının bu dönüşe karşı duyduğu karmaşık duyguları da filme aktarıyor. Gençler, geri getirilmiş bu eserlerin anlamını sorgularken, Diop’un izlediği dramatik anlatım tarzı, dönemin siyasi ve kültürel bağlamını çok daha derinlemesine ortaya koyuyor. Diğer yandan, Diop’un kullandığı hikâye anlatımı, nesiller arası kültürel çatışmaları ve bu eserlerin geçmişe olan bağını inceliyor. Dahomey, geçmişin yeniden sahiplenilmesinin kolay olmadığını, geçmişin kötü hatıralarının ve hırslarının hiç kaybolmadığını vurgulayan güçlü bir yapım olarak öne çıkıyor.
A Different Man filmi, Aaron Schimberg’in sinemada kimlik ve görünüşün birbirine nasıl etki edebileceğine dair düşündürücü bir yaklaşımı sunduğu üçüncü yapımıdır. Sebastian Stan’in canlandırdığı Edward karakteri, yüzündeki ciddi deformasyonu tedavi ettikten sonra, fiziksel olarak bir lider adam gibi görünmeye başlar. Ancak, içsel dünyasındaki eksiklikler ve güvensizlikler, onu Kafkaesk bir kabusa sürükler. Schimberg, A Different Mande yalnızca dış görünüşün değil, kişinin iç dünyasının da bir dönüşüm geçirmesi gerektiğini vurguluyor. Filmin karanlık mizahı ve sosyal eleştirisi, izleyiciyi hem güldürüyor hem de derin düşüncelere sevk ediyor. Edward’ın yaşadığı kimlik bunalımı, performans sanatlarının gücünü ve toplumsal beklentilere karşı duyulan saplantıyı irdeleyerek, sinemadaki alışıldık kalıpları altüst ediyor.
George Miller, Furiosa: A Mad Max Saga filmiyle, “Mad Max: Fury Road”un öncesine dair müthiş bir hikaye sunuyor. Ancak, bu film sadece “Fury Road”u hatırlatmakla kalmıyor, aynı zamanda kendine has bir aksiyon dalgası yaratıyor. Filmin başrolünde Anya Taylor-Joy’un yer aldığı Furiosa, post-apokaliptik bir dünyada hayatta kalma mücadelesini anlatırken, aksiyon sahneleri ve sürükleyici temposuyla dikkat çekiyor. Miller’ın filmi, sürükleyici anlatımıyla izleyiciyi içine çekerken, yüksek tempolu aksiyon sahneleriyle sinema dünyasında büyük bir etki yaratıyor. Furiosa, Mad Max evrenine farklı bir bakış açısı getirirken, aksiyon sinemasının son yıllarda nereye evrildiğini gözler önüne seriyor. Bu film, sinemada gerilim ve aksiyon severler için kesinlikle kaçırılmaması gereken bir yapım.
Alişan Hayırlı’dan Pütürge’de Görsel Şölen ve Değerler Eğitimi