35,2068$% 0.3
36,7672€% 0.92
44,3202£% 0.7
2.968,33%1,32
2.622,74%1,01
9.724,50%-0,42
10 Ekim Perşembe sabahı, Nobel Edebiyat Ödülü’nün açıklanmasına saatler kala, Avrupa saatiyle 13.00’ü beklerken, kulaklığımı takmış, birkaç gündür dinlediğim Tolstoy’un “Savaş ve Barış” adlı eserinin büyüsüne kapılmıştım. İsveç televizyonu her yıl bu saatte, ödülün açıklandığı İsveç Akademisi’nde canlı yayına geçer. Ödül açıklanmadan bir saat önce başlayan programda, birkaç yazar ve eleştirmen stüdyoya gelir, ödül üzerine yorumlar yapar, önceki yıllarda ödül almış isimlerle ilgili anekdotlar paylaşılır, saat yaklaştıkça da stüdyodakiler tahminlerde bulunurlar. Bu arada, geçmiş yıllarda doğru tahmin yapmış olanların kısa videoları da gösterilir. Anlayacağınız, her yılın Ekim ayının ilk perşembesi bu ülkede Nobel Edebiyat Ödülü’nden başka pek bir şey konuşulmaz.
Saatin yaklaşmasıyla birlikte, “Savaş ve Barış”ın ilk cildinin 30 küsur saatlik dinleme maratonunun sonlarına geliyordum. Petersburg ile Moskova sosyetesinde olaylar fırtınalı bir şekilde sürerken, Napolyon’un ayak sesleri uzaktan duyuluyordu ama bu “tehlike” sosyetenin pek umurunda değildi. Onlar, hayatlarını Fransız kültürüyle yoğurmuş, kendilerini neredeyse unuttukları kendi dillerinin yerine Fransızca ile ifade eden bir soyluluk yaşamaktaydılar. Bu kadar derin bir kültürel etkileyiciliğe sahip olan Fransızlar, Rus aristokrasisine asla zarar veremezdi! Nataşa, Kuragin ile karşılaştıktan sonra nişanlısı Prens Andrey’den biraz soğumuş, ancak ikisinden de vazgeçmiyor, sonunda tercihini daha önce evlenmiş ancak evliliğini herkesin gözünden saklamış olan Kuragin’den yana yapmaya karar veriyordu. Onunla kaçmayı düşünürken, Sonya onu ele verir; Prens Andrey geri döndüğünde ise Nataşa, bir intihar girişiminde bulunur. Andrey, Nataşa’ya yazdığı mektupları iade ederken, Nataşa bitkin bir haldeyken, Piyer bütün olup bitenleri sakinleştirmek için uzun bir çaba sarf eder ve gece Moskova sokaklarına çıkar. Pırıl pırıl gökyüzünde, büyük bir felaketin habercisi olan 1812 yılının Kuyrukluyıldızını orada parıldarken görür.
Napolyon’un yaratacağı “1812 faciası” yola çıkmış, Kılıçdaroğlu’nun deyimiyle “geliyor gelmekte olan!” * Biraz sonra, yüz on dört sene evvel Tolstoy’un alamadığı 2024 Nobel Edebiyat Ödülü açıklanacak. Ancak aklımda sadece Tolstoy’un bu muazzam, anıtsal eseri vardı. Günlerdir kurduğu o görkemli sofraları, kumar masalarını, “Yalnız budalalar şanslarına güvenerek kumar oynar” sözüyle aklımda yer eden o olağanüstü av sahnelerini, canlı savaş tasvirlerini dinleyerek hayranlık ve şaşkınlıkla dolup taşıyordum. Birkaç yüz sayfa önce geride kalmış olan o edebiyat tarihinin en muazzam sahnelerinden biri olan Nataşa’nın dansı sahnesi, beni derinden etkilemişti.
Rus aristokratları, Avrupa toplumlarının yaşam tarzını benimsemiş, onlarla benzer şekilde yemek yiyor, operalara ve tiyatrolara gidiyor, balolarda boy gösteriyor, avlara çıkıyor, kumar oynuyor ve savaşlara katılıyor; oysa alt sınıf olan Rus köylüleri, Tolstoy’un anlattığı dönemde hala kölelikten kurtulmayı bekleyen serfler olarak yaşamlarına devam ediyorlardı. Beni ve o kitabı okumuş herkesi etkileyen ve İngiliz kültür tarihçisi Orlando Figes’in hacimli kitabına ismini veren “Nataşa’nın Dansı” sahnesi, bir av partisi sonrasında yaşanıyor. Av dönüşü, Nataşa’nın “Dayısı” onu, Rostov ve kardeşi Nikola’yı kendi ahşap kulübesine davet eder. “Dayı”, burada kendi serflerinden Anisya adlı genç bir köylü kadınla yaşamaktadır. Anisya onlara bir tepsi dolusu yiyecek getirir; hepsi kurt gibi acıkmıştır. Burada da Tolstoy’un büyük bir zevkle anlattığı yemek bahsi geçer; kadının getirdiği tepside mantar turşusu, ayran, çavdar ekmeği, ballı şekerlemeler, konserveler, köpüklü bal likörü, bitki konyağı ve her sofranın vazgeçilmezi olan votka çeşitleri vardır. Yemek yerken içerden basit bir halk baladının nağmeleri duyulur. Balalayka, Rusya’da köylü müziğidir; bizim türkülerimize benzer, soyluların bu müzikle pek alakası yoktur ama müzik Nataşa’nın ilgisini çeker. Dayı bunu fark edince gitarını ister ve Anisya’ya göz kırparak balalayka ritminde bir şarkı çalmaya başlar. Dayı müzik eşliğinde bir köylü şarkısı terennüm eder. Müzik ve şarkı Nataşa’nın hoşuna gider, “Dayı” onu şarkıya katılmaya davet eder. Nataşa, “omuzlarındaki şalı atar, Dayı’nın önünde eğilir, ellerini beline koyup omuzlarını oynatır ve poz” vererek müziğin ritmine uygun olarak tıpkı bir köylü kadını gibi dans etmeye başlar. Öyle doğaçlama… Tolstoy, buna “Rus ruhu” der işte. Bu ruh, aniden “göçmen bir Fransız mürebbiye tarafından eğitilmiş” olan bu “ince, zarif” küçük kontesi canlandırmış, tıpkı bir köylü gibi onu orada bilmemesi gereken bir dansa kaldırmıştır. Tolstoy, bu sahnede eğitim ve sosyal sınıf olarak çok uzak olduğu köy kültürüne Nataşa’nın içgüdüsel olarak nasıl bu kadar çabuk uyum sağladığını bu “ruha” sahip olmasıyla açıklar bize. Horhor’dan aldığı bir eski zaman yağlı boya portreyi “paşa dedem” diye evinin duvarına asan devlet eliyle zenginleşmiş bizden “asilzadelerin” oynak bir köy havasını duyunca, tıpkı Kezban Yenge, Ezo Gelin gibi kalkıp gerden kırarak oynadıklarını düşünsenize. “Türk ruhunu” bizim romanlarımızda bile geçmeyen böyle bir sahnede aramalı mıyız sizce?
* İsveç televizyonunda üç konuk tahminlerini sıralamaya başladığında, benim aklımda daha çok Tolstoy’a neden Nobel verilmediği düşüncesi vardı. Tolstoy, Avrupa’da edebiyat piyasasına girişini Turgenyev’e borçluydu. “Savaş ve Barış”ın Avrupa’daki okurların dikkatini çekmesi de yine Turgenyev sayesinde olmuştur. Bir Çingene şarkıcının peşine takılarak Avrupa’yı mesken tutmuş ilk Rus olan İvan Turgenyev, dostlarını demesiyle “Rus aydınlarının büyükelçisi” gibi çalıştı yıllarca orada. Maksim Kovalevski’nin dediğine göre, “Bir şekilde edebiyat, sanat ya da müzikle bağlantısı olup da Turgenyev’in yararının dokunmadığı tek bir Rus erkeği ya da kadını yoktur.” O, “Rus sanatçılarının Paris kulübünün sekreteri gibi çalışarak, eserlerinin sergilenmesini sağlar, Paris basınına onları tanıtıcı yazılar gönderir, ona başvuranlara referans mektuplarını yazar ve muhtaç durumda olduğunu gördüklerine genellikle karşılıksız para verir,” Rusya’ya dönerken karşılarına çıkan bütün pürüzleri giderirdi.
“Savaş ve Barış”, ilk baskısını 1867 yılında Rusya’da yaptı. Muhtemelen Tolstoy, anıtsal romanını yazarken, Turgenyev ile araları bozuktu. Orlando Figes, bu küslüğü “kişilik çatışmasına” bağlar. Turgenyev, Tolstoy’dan on yaş büyüktü ve ona bir “baba” gibi şefkatle yaklaşıyordu. Onu çok beğendiği halde yine de yazdıklarında hep bir kusur arardı. Figes, bu durumu da “kıskançlıkla” açıklar. Bu durum, o sırada genç bir yazar olan Tolstoy’u hayli incitmiştir. Bu yüzden aralarında ağız dalaşı eksilmez ama çabuk da barışırlardı. Derken bel altı bir vuruş gelir Tolstoy’dan; kızının gayrimeşru olduğunu söyler Turgenyev’e ve serflerine karşı olan tutumunu alaya alır. Oysa Tolstoy’un da serfleri vardır ve o serf kadınlardan birkaç gayrimeşru çocuğu da dolaşıyordu. Tolstoy’un bu davranışı, aralarındaki bütün ilişkiyi koparır. Küskünlükleri tam 17 sene sürer. “Savaş ve Barış”, yayınlandıktan bir sene sonra Turgenyev onu okur. Adeta nutku tutulur, bu ne muazzam kitaptır böyle! Çarpılır. Sonraki on yılda romanı tam altı kez daha okur. Avrupa’da tanıdığı bütün yazar dostlarına, edebiyat eleştirmenlerine, etkili şahsiyetlere bu şahesere dair mektuplar yazmaya başlar. Ona göre bu roman, on dokuzuncu asrın en büyük romanıydı, bütün dünya bunu bilmeliydi! Herkes bu romanın kendi ülkesinde yayınlanması için elinden geleni yapmalıydı! Turgenyev, Avrupa’daki çevreleri ürkütmemek için, bu devasa romandan önce Tolstoy’un “İki Hafif Süvari”sinin çevrilmesini ve bir dergide yayınlanmasını sağlar. “Savaş ve Barış’a altlık” olarak düşündüğü bu küçük kitaba daha çok ilgi uyandırmak için bir de önsöz yazar. Kitap, Fransızların ilgisini pek çekmez; kimse de “Savaş ve Barış”‘ı Fransızcaya çevirmek için bir girişimde bulunmaz. Bunun üzerine Turgenyev, içindeki bütün felsefi bölümleri çıkararak, salt hikâye olarak romanı kendisi Fransızcaya çevirmek ister. Ancak Tolstoy ile araları hâlâ limoni olduğundan bu işe girişmez.
Nisan 1878’de Tolstoy, Paris’te bulunan Turgenyev’e bir mektup yazar. Aralarındaki husumeti sona erdirmek amacıyla yazdığı mektubuna onun iyi yanlarını anlatarak başlar ve “edebi şöhretimi sana borçluyum” der. Eğer onu bağışlamaya hazırsa, ona verebileceği dostluğu sunmaya hazır olduğunu bildirir. Turgenyev’in cevabı da aynı derecede nazik olur; ona göre aralarında hiçbir husumet yoktur. Turgenyev, iki ay sonra Rusya’ya döndüğünde doğrudan Tolstoy’un evine gider. Ertesi sene, “Savaş ve Barış”, St. Petersburg’ta Fransızca olarak basılır. Turgenyev, yayıncıdan acilen on nüsha ister. Daha sonra peş peşe yeni siparişler verir ve toplam beş yüz nüshayı Paris’teki en etkili edebiyat dostlarına, yayıncılara ve eleştirmenlere dağıtır. Romanın bir hayli kısaltılarak çevrildiğini ve bu halinin Fransızların pek hoşuna gitmeyebileceğini yazar dostu Tolstoy’a belirtir. Ama mesele değil, o romana çok güveniyor. “Savaş ve Barış” onun için neredeyse tek önemli bir uğraştır artık. Katıldığı her davette, karşılaştığı her dostuna fırsat buldukça bu romandan bahsetmeye başlar. Birçok kişi romanın adını ilk defa ondan duyar. Renan, Taine, Anatole France ile yakın dostu Gustave Flaubert bu romanı biraz da Turgenyev’in zoruyla okurlar. Onun için en önemli ölçü, Flaubert’in kanaatidir. Nihayet, 1880’de ondan bir mektup alır. Flaubert, mektubunda, “Tolstoy’un romanını okumamı sağladığın için sana teşekkür ediyorum” dedikten sonra şunları yazar: “Birinci sınıf. Ne müthiş ressam ne müthiş psikolog! İlk iki cilt şahane; ama üçüncü fena halde dağılıyor. Kendini tekrarlıyor ve felsefe yapıyor! Aslında oraya kadar insan sadece doğayı ve insanlığı görmüşken, karşısına bizzat adam, yazar, Rus açık seçik çıkıyor. Bana öyle geliyor ki, yer yer bazı Shakespeare unsurları taşıyor. Okurken hayranlık çığlıkları attım, hem de o kadar uzun olmasına karşın! Bana yazarı anlat. Bu ilk kitap mı?”
Turgenyev, ona şu cevabı verir: “Hoşsohbet aziz dostum, mektubunun ve Tolstoy’un romanı hakkında söylediklerinin bana ne kadar keyif verdiğini tahmin edemezsin. Senin beğenmen, ona dair fikirlerimi doğruluyor. Evet, büyük yeteneğe sahip bir kişi ve zayıf noktaya isabetle parmak basmışsın: Kendince bir felsefi sistem de kurmuş; aynı zamanda mistik, çocuksu, haddini bilmez yönler taşıyor ve üçüncü cildi feci halde bozmuş. (…) Eleştirmenlerin ne diyeceğini bilmiyorum. Kitabı Daudet ile Zola’ya da gönderdim. Ama benim açımdan mesele hal olmuştur. Flaubert böyle buyurdu! Gerisinin önemi yok.”
* Turgenyev, arkadaşı Tolstoy’un romanını Paris’teki edebiyat mahfillerine tanıtmak için canla başla çalışırken, aynı sırada yine bu şehirde Alfred Nobel adında İsveçli bir kimyager, “dinamiti” icat etti. Dinamit, dünya çapında madencilikte, taş ocaklarında, inşaat yıkımlarında, yol yapımında, tünel açmada ve demiryolu inşaatında kullanılmaya başlandığında Tolstoy derin bir ahlak krizinin girdaplarında kulaç atıyordu. Artık “Savaş ve Barış”, “Anna Karenina” gibi hacimli romanlar yazmayacak, İsa’nın ahlaki öğretilerini yorumlayacak, dindar bir “anarşist” gibi davranarak etrafına her gün biriken müritlerine vaazlar verecek, tıpkı bir şeyh gibi dergâhı olan geniş çiftlik evinde malını mülkünü köylülere dağıtarak, ahlaklı bir Hıristiyan gibi “Tolstoyculuğun ilkelerini” etrafa yayacaktı. Tolstoy’un geniş soluklu edebiyattan vazgeçmesi (küçük novellalar yazmaya devam ediyordu çünkü) o sırada guttan mustarip, kanserle boğuşan ve günleri sayılı olan Turgenyev’i kahreder. Ölümüne iki ay kala, ölüm döşeğinde Tolstoy’a kurşun kalemle bir mektup yazar. Mektubunda ölmek üzere olduğunu, onunla aynı dönemde yaşamış olmaktan mutluluk duyduğunu belirtir. “Senden son bir isteğim var aziz dostum” der; “ne olursun edebi uğraşına dön! Sendeki bu yetenek, başka herkesin beslendiği kaynaktan geliyor. Ah, ricamın sende bir etki yaratacağını düşünebilmek beni ne kadar çok sevindirir.” (Orlando Figes, “Avrupalılar-Üç Hayatın Işığında Kozmopolit Avrupa Kültürü”, YKY, s. 347-446)
Ne yazık ki Tolstoy, onun elinden bu kadar tutmuş olan Turgenyev’in isteğini yerine getirmez. 1889 yılında, dinamiti bulmuş olan Alfred Nobel, kısa sürede Karun’unki kadar büyümüş olan muazzam servetini; “dünyanın daha iyi bir dünya olması için çaba gösteren, buluş yapan insanlara her sene ödül olarak” dağıtılmasını vasiyet eder. Böylece Nobel Ödülleri 1900 yılından itibaren İsveç Akademisi tarafından dağıtılmaya başlanır. Tolstoy, 1910’da ölür; bu süre zarfında birkaç kez Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilir ama nedendir bilinmez, bu ödülü almadan bu dünyadan göçüp gider. Sadece Tolstoy mu? Hepsi hemen hemen onun ayarında yazarlar olan Marcel Proust, James Joyce, Emile Zola, Hanry James, Virginia Woolf, Kafka, Hermann Broch, Borges, Nabokov, George Orwell, Milan Kundera, Carlos Fuentes, Julio Cortazar, İtalo Calvino, bizden Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal de Nobel almadan öldüler.
* Saat tam 13.00’de gazetecilerin karşısında dizildiği kapı açıldı. Salondan çıt çıkmıyordu. Nobel sekreteri elindeki kâğıda bakarak, “Tarihsel travmalara değinen, insan hayatının kırılganlığını ortaya koyan, şiirsel yanı yoğun nesirler” yazdığı için Güney Koreli yazar Han Kang’a ödülün verildiğini açıkladı. Ödülü alan yazarın adını ilk defa duyuyordum. Meğer birkaç kitabı Türkçede çıkmış ama o kitaplarla yollarımız kesişmemişti şimdiye kadar. Aynı gün T24’te çıkan Eylül Görmüş’ün şahane yazısı, Han Kang hakkında bir yığın malumata sahip olmamı sağladı. Görmüş’ün yazdığına göre “Han Kang hikâyelerinde odağını insandan uzaklaştırmayan, kişisel olandan kopmayan, tarihin sessizliğinde yitip gitmiş tekil insanların fısıltılarını bugüne aktaran bir yazar” imiş. “Duru ve mesafeli diliyle eserlerinde tutturulması zor bir denge sağlıyor ama asla duygusuz değil” imiş. Metinleri “kâğıt kesiği gibi içimize işleyen”, “yumruk gibi vuran metinler” imiş meğer. Okuyacağız biz de!
* Başlıkta sorduğum sorunun cevabına gelince… Ben de bilmiyorum valla.
İstanbul’da Elektrik Kesintileri Hakkında Bilgiler